Pop müziğin efsane ismi Erol Evgin, yaz sezonunun tek solo konserini 23 Temmuz akşamı Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda verecek.
23 Temmuz’da Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda bizleri neler bekliyor?
- 40 yıl için 40 şarkı söyleyeyim diyorum. Tabii 40 şarkıyı başından sonuna söylersem sabahı buluruz, biraz potpurilerle geçiştiririm. 40 yıl içindeki anılar ve anekdotlarımdan başlayacağım. Şakalar, şarkılar ve şiirlerden oluşan bir kurgu olacak. Bir de 1969’da “Eski Günler” adlı ilk plağımı doldurmuştum. Ben bile unutmuştum, arşivimde o plağı buldum. Ona da hazırlandık, konserde söyleyeceğim.
Sizce ekonomik kriz, konser seyircisini etkiler mi?
- Aslında insanlar kriz dönemlerinde önce eğlenceden keserler. Ama bunun tam tersi bir tez de var. Mesela müzikaller tüm dünyada en sıkıntılı dönemlerde çok başarılı olmuş. Çünkü insanlar birkaç saatliğine de olsa sıkıntılarını unutmak istiyor. O yüzden ben bu yıl konserlerin çok rağbet göreceğini düşünüyorum.
Açıkhava’da yaşadığınız en ilginç anınız neydi?
- 30 yıl önce üç-dört gece üst üste Hisseli Harikalar Kumpanyası’nı oynadık. Son gece, orkestra çukuru dahil her yer doldu. İnsanlar göremedi, sadece dinledi bizi. O çok güzeldi. İki yıl önce tekrar oynadığımızda da son 80 yılın en sıcak gününe denk geldik. Alan doluydu ve inanılmaz bir sıcak vardı. Başımın döndüğünü hissettim. Tansiyonumun ölçülmesini istedim ama insanların endişelenmemesi için bunu kimseye haber vermeden yapmamız gerektiğini söyledim. Hayatımda hiç tansiyon sorunum olmadı ama o an “Güzel bir şeymiş” diye düşündüm, çünkü tatlı bir sarhoşluk veriyordu. Oyuna 10 dakika kala bana ilaç verdiler. Biraz geç başladık ama Haldun Dormen’e bile durumu söylemedik. Bizde kol kırılır, yen içinde kalır.
Sahneye çıkmanıza hastalık bile engel olamaz yani...
- Ben yıllar önce 40 derece ateşle sahneye çıktığımı hatırlarım. İnsanlara hasta olduğunuzu, sesinizin kısık olduğunu söylerseniz, izleyici sizi o beklentiyle izler. Hastalığın söylenmesi çok yanlıştır.
GENÇLERİN SORUMLULUK DUYGUSU GELİŞMEMİŞ
Genç şarkıcıları nasıl buluyorsunuz?
- “Bir Şarkısın Sen” programında gençlere şarkılar söyletiyoruz. Ben çok seviyorum bu programı. Bizler eskiden herşeyi çok ciddiye alırmışız, gençlerde bir rahatlık var ve bu hallerini seviyorum. Ama sorumluluk duyguları çok gelişmemiş, bunu sevmiyorum.
“Bir Şarkısın Sen” ile eleştiri oklarının da hedefi oldunuz...
- Bu bir Avrupa birliği formatı ve İtalya, Fransa, Portekiz gibi birçok ülkede yayınlanıyor. Ben yaptığım işe inanıyorum. Küçük Emrah ve Küçük Ceylan’ı koruyamamışız zamanında ama uygar ülkelerde sahnelerde çocuklar var. Onları koruyabilmek ayrı bir şey. Bizim programımızda çocuklar değil, şarkılar yarışıyor. Ben de dört yaşındayken “Sevdim Bir Genç Kadını” diye şarkı söylermişim mesela, ama ruh sağlığımın bozulduğunu düşünmüyorum. Buradaki, üç nesli ekrana bağlayan, zekice kurgulanmış bir format. Bence bugün utanacağımız bir şey varsa o da kolej giriş sınavlarıdır. Çocuklara yapılan makyaj, televizyon makyajı. Elbiseleri herhangi bir yerde bulabilirsiniz. “Led ışıklar epilepsiyi azdırıyor” diyorlar ama Boğaz Köprüsü’nün ışıklandırmasında da var! Tüm bunlar bana karalama kampanyası gibi geliyor.
Peki programda yarışan çocukları nasıl değerlendiriyorsunuz?
- 3 bin 500 çocuk arasından seçildiler ve müthiş yetenekliler. Detone olmuyorlar, ölçü kaçırmıyorlar. Eğitimleri için de her fırsatta arkalarında olduğumuzu söylüyoruz. Bazıları büyük gibi hareket ediyor, onlara hiç müdahale etmiyoruz. Pedagojik yardım veriyoruz. Bu sezon onlarla birlikteyiz. Yeni sezon ise ramazan ayında başlayacak.
MİMARLIK OFİSİME KİMSE GELMEDİ
Sizce 2000’li yıllardaki şarkılar gelecekte hatırlanacak mı?
- 2000’li yılların bir duygusu var. Tamamen tüketmek üzerine kurulu. Şarkılar da öyle. “Bu yazın şarkısı” diyorlar mesela. Şarkılar, bir aylık ya da sezonluk. “Aşk bitti” diyorlar, böyle bir şey yoktu bizim dönemimizde. Aşk biter mi? Bu yazın şarkıları 2010’a tabii ki kalmaz. Dünyada çok cover yapılıyor, çünkü yeni ezgiler doyurmuyor insanları. 60-70’li yılların şarkılarını yeniden yorumluyorlar.
Müzik dünyasındaki gidişattan sıkılıp, “Bırakıp gitmeliyim” dediğiniz günler oldu mu hiç?
- 1980’lerde Şan Tiyatrosu’nda oynamaya başladım. 1984’te Şan Tiyatrosu yanıp, Egemen Bostancı ölünce tekrar gazinolara dönmek, alkol ve sigara dumanlı ortama girmek bana zor geldi. O zamanlar İstanbul’da konser geleneği yoktu, arabesk müziğin patlama yaptığı yıllardı. Bu durum beni sıkıntıya soktu, bir süre çalışmadım, dairemi ve arabamı sattım. Ama “Şov devam etmeli” diyerek kimseye fark ettirmedim. Eşimle birlikte mimarlık ofisi açtık, insanlar beni sahneden tanıdıkları için güvenemediler. Ama birkaç yıl içinde o önyargıyı aşmayı başardık... Melih Kibar, Çiğdem Talu gibi kayıplar yüzünden de biraz uzaklaşmıştım ama şarkı söylemek hayatta en çok sevdiğim şey.
The Plaza Hotel’deki gecelerinize nasıl start verdiniz?
- Ali Saydam, 30 senedir bana “Senin haftada bir gece küçük bir lokalde şarkı söylemen lazım” diyordu. Adam iletişim gurusu olunca, sözünü dinlemeye başladım. The Plaza Hotel’de dört yıldır 150 kişiye performans sergiliyoruz. CEO’lar, işadamları, kalburüstü kişiler geliyor.
Oyunculuk yapmayı düşünüyor musunuz peki?
- Teklifler geliyor ama zamanım yok. Artık albüm yapmam lazım. Tekin Akmansoy, “My Fair Lady” gösterisinde Prof. Higgins rolünü oynamamı teklif etti. Sinemada Rex Harrison oynamıştı, çok güzel bir eserdi. Ama dediğim gibi, önceliği albüme veririm.